31 Mart sabahı göğsümde bir ağırlıkla uyandım. Bir tür yas, kayıp duygusu, ağırlıklı olarak da hayal kırıklığı. Adeta sırtımdan bıçaklanmış gibi… Bunu öfke izledi, oğlum zaten yurtdışına gidecekti. Suriye’yle savaş çıksın, (birkaç gün önce Suriye’ye savaş planlarıyla ilgili tape’ler yayınlanmıştı) oğullarınız savaşa gitsin bunu mu istiyorsunuz diye sövmeye başladım kendi kendime ve sonra düşünmeye başladım. Bana her zaman park yeri bulmamda yardımcı olan ve hatta zaman zaman Onun dertlerini de konuştuğumuz İspark görevlisi, bana, hafif çekinerek AKP ye oy verdiğini söyledi. ‘E ekmeğini yiyoruz be abla’ dedi. Ekmeği sen çalıştığın için, ayakta, soğukta, bunaltıcı sıcakta bu emeği sarf ettiğin için yiyorsun dedim. ’E orası öyle’ derken asıl amacı benden kurtulmaktı, aslında beni duymamıştı. Bana ekmek, makarna, yol verdi. Bunun altında yatan çok güçlü değersizlik algısının neyle ilgili olabileceği iyice kafamı meşgul etmeye başladı. Bu bir tür Stockholm Sendromu diye düşünmeden edemedim. Tacize gönüllü olmak, kurban olmayı seçmek. Aslında kurban olmak dışında bir algıda kendini var edememek. Dolayısıyla var olmanın tek koşulunun kendine bir tacizci yaratmak gerekliliği.
Bu yaşlı toprakların geçmişinde yaşanmış onca acı, zafer, kayıp, kahramanlık var. Hellinger diyor ki; sistem dışlamaya ve kesintiye izin vermez. Eğer dışlanan ve kesintiye uğrayan varsa, daha sonraki kuşaklarda yaşanacak benzer deneyimlerle kendini gösterir, hatırlatır. Yani kader tekrar edilir ya da telafiye girişilir.
Osmanlı İmparatorluğu, tarihimizde tam da bu tanıma uyuyor. Atatürk ve Cumhuriyet devrimleriyle birlikte, atalarımız ve onların günahları-sevaplarıyla tüm bağımız kesintiye uğramış ve Osmanlı adeta yok sayılmış, hatta tarih kitaplarında padişahlığın ne kadar korkunç olduğu algısı yerleştirilerek dışlanmıştır. Elbette ki, devrimler radikal olur, ani rejim değişikliğinin adı devrimdir. Eski yıkılır ve yerini yeni alır. Ancak eskinin evrilmesi için bir toplumda, onlarca hatta bazen yüzlerce yıla ihtiyaç vardır ve geçmişi yok sayarak ileriye gidilmesi olanaksızdır. İleri yürümek için geçmişle yüzleşmek gerekir. ‘Tüh kaka’ demeden, ‘muhteşem ve kusursuzdu’ demeden.
Osmanlı geleneğinde en önemli unsur devletin bekasıydı. Osmanlı yayılmacı ya da emperyalist bir politika izlemişti. Fethettiği topraklarda dinin, dilin, geleneklerin yaşamasına, ticaretin yapılmasına izin veriyordu. Böylece bir hoşgörü modeli oluşturmak yoluyla çekim gücü oluşturuyordu. Osmanlı fetih politikası stratejik ve sistemli şekilde yürütülüyor, fethedilecek toprakların halkları ve mevcut iradeyle iyi ilişkiler kuruluyor ve müttefiklik ilişkisi bir süre sonra himaye ilişkisine dönüştürülüyordu. Fethedilen yerlerdeki imtiyaz ve feodal haklar kaldırılıyor fakat itaat ve sadakat sürdüğü sürece bazı ayrıcalıklar tanınıyordu. Tımar sistemiyle en ücra köylere kadar hakimiyet ve kontrol ele geçiriliyordu. Söz konusu topraklara Anadolu’dan Türkler yerleştiriliyordu ki, bu da kültürü yaymanın en iyi yöntemi olsa gerek.
Emperyalizmin tanımı ‘bir devletin diğer bir devleti ekonomik ve siyasal olarak egemenliği altına alması’. Osmanlı İmparatorluğu emperyalist miydi? Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalizmin en başarılı örneğini ortaya koyduğunu söylemek yerinde olur sanırım. Konfor sağlayarak… Hoşgörüyle, özgürlükle, himayeyle…. Karşılığında tek istediği ise, irade… Yani kim tarafından yönetileceğinize, ne şekilde yönetileceğinize, kiminle savaşıp kiminle barışacağınıza karar verme hakkınız yok. Konfor insanı düşünmekten, istemekten, ilerlemekten dolayısıyla tekamülden alıkoyar.
Osmanlı’nın hayaleti bizi yokluyor mu? ‘Popüler tarihin, Osmanlı hayranlığının ve Osmanlı nefretinin öğrettiklerini unut ve beni gör, beni olduğum gibi gör’ mü diyor? ‘Eğer olduğum gibi görmezsen, fethettiğim toprakların halklarıyla özdeşleşip; padişah bozması, kendini tanrı sanan narsistik insanların, çapsız, eğitimsiz bir güruhun dayatmalarına biat edersin. Devlet görünümündeki bir çeteye; ‘yol yapıyor, kömür veriyor, sağlık hizmeti alıyorum’ diye geçit verirsin. İradenden vazgeçer, çalıp çırpmayı normalleştirir, çocuklarını torunlarını ahlaki çöküşe mahkum edersin’… ‘Ve beni görmezsen, benim gücümü ve kudretimi de alamazsın!’
İspark görevlisi, sıra kime oy verdiğini söylemeye gelince yan yoldan çıkan araca söverek laf karıştıran taksici, AKP ye oy verdiğini söyledikten sonra gerekçesini de açıklama ihtiyacı duyup yere bakan manav ve bir çoğu… Bunlar iyi insanlar, bunlar evine ekmek götürme derdinde olan insanlar. Neden çekiniyorlar hangi partiye oy verdiklerini söylerken? Sanki vermemek ellerinde değilmişçesine… Ne görmemizi sağlamaya çalışıyorlar? Aile Sisteminde iş güç tutmamasıyla sizi deli eden kardeşiniz sayesinde sizin işiniz gücünüz daha yerindedir. Çünkü O aile kaderlerinden gelen yükün daha ağırını taşımaya gönüllü olmuştur. Öfke ve yenilgiden, çaresizlikten bizi çıldırtan % 43’ün bize bir şey göstermeye çalıştığını hissediyorum. Tarihimizde yüzleşilmemiş bir yükü omuzlamış olduklarını ve bunu görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Uzm. Psk. Nilgün SEYHUN
Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp
Recent posts
YANSITMALAR, AYNALAR, GÖLGELER…
29/07/2022
STOCKHOLM KONFORU
29/07/2022
KALBİNİ AÇMAK
29/07/2022
EMPERYALİST İMPARATORLUĞUN TORUNLARI
29/07/2022
PSİKOLOJİK VİRÜSLERİMİZ: ŞEMALAR
17/07/2022