“Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere; Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere… “
Necip Fazıl Kısakürek
Çoğumuz Kaf Dağı’nın tepesinden aşağıdaki fanilere bakarken; dürüst olduğumuza, iyi olduğumuza, kıskanç / hırsız / haris / tembel / bencil / yalancı / duygusuz olmadığımıza, çok vicdanlı olduğumuza, en doğru partiye oy verdiğimize, en yüksek değerlere sahip olduğumuza, şiddetten nefret ettiğimize, en hümanist olduğumuza, daha zeki, akıllı ve normal olduğumuza kuvvetle inanır ve karşı kutuptakiler, ötekiler gibi olmadığımız için kendimizle gurur duyarız. Dağın tepesindeki gri ve flu bulutun içinden zaman zaman ‘‘benim de hatalarım olabilir’’ deriz. Amacımız kendimizi ve diğerlerini yatıştırmaktır, ‘‘ben hatalarımı görebilen biriyim’’ demektir. Böylece yarattığımız yanılsama daha inandırıcı olur. ‘‘Şurada hatam vardı’’ demek zorunda kalırsak, ardından ekleriz; ‘‘Ama…’’ ‘‘Ama o da…’’ Dolayısıyla hatayı, hak mertebesine yükseltiriz.
Oysa, dağın tepesindeki dumanın içinde gölgelerimiz dolaşmaktadır. Gölge kavramı, bizim bilinçaltı dehlizlerinde sakladığımız karanlığımızdır. Benlik bütünlüğümüzü korumak adına onları görmez, yok sayarız, bu bize daha güçlü bir toplumsal kabul sunar. Aynı zamanda bu halimizle kendimizi sevmemiz daha kolaydır. Ama ruhsal bütünlüğümüze ulaşmak için gölgelerimizin farkına varmak, onları bilinç seviyesine çıkarmak gerekmektedir. Gölgelerimizin altında acılarımız gizlidir. Her bir travmada bastırılan duygular; öfkeler, yetersizlikler, eziklikler, öldürme acı çektirme istekleri, dışlanmışlık, haksızlığa
uğramışlık, çaresizlik ve değersizlik duyguları birer gölge kimlik olarak gezinir dururlar. Gezinirken rahat durmazlar, kendilerini diğerlerinin yüzüne yansıtırlar. Kendi saklı yüzlerimizi onlarda görürüz ve öfkelenir, tedirgin olur, tahammül edemeyiz. Gölgelerin tek derdi kendilerini bize
göstermektir. Çünkü ruhumuz gelişmek, büyümek, tekamül etmek ister.
“Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik; İşte yakalandık, kelepçelendik! Çıktınız umulmaz anda karşıma, Başımın tokmağı indi başıma.”
Necip Fazıl Kısakürek
Jung der ki; ‘‘Başkalarında bizi rahatsız eden her unsur kendimizi anlamamıza yardım eder’’. Basit ama uygulama zorluğu olan bir formülasyondur bu. Örneğin; kıskanç olan biri, kıskançlığı ile bizi deliye döndürüyorsa ve tüm kıskanç insanlara karşı benzer duygular hissediyorsak, durup ‘‘neden bu kadar yoğun duygular yaşıyorum? burada tahammül edemediğim aslında ne?’’ sorusunu sorabilmeliyiz. Büyük olasılıkla olan, kendimizden sakladığımız, bilinç dışımıza gömdüğümüz kendi kıskançlığımızın yansımasıdır. Gölgemizdir. ‘‘Ben hiç kıskanç değilim.’’ diyen biri için bu yüzleşme oldukça ağırdır. Sonraki aşama; neden kıskanç biri olduğumuzun cevaplarını aramaktır, kaybetme korkusundan? yetersizlik algısından? kendimize sevgisizliğimizden?… Ne yaşamışızdır ki, üzerine bir savunma olarak kıskançlığı oturtmuşuzdur? Formülü uygulamak, şairin dediği gibi, tokmağı indirmeden başa pek de mümkün görünmez. Cesaret ister, dürüstlük ve şeffaflık en çok da kendi acılarına bakabilme gücü ister. Kendi acılarımıza bakabilirsek, başkalarının acısını görebilme kapasitesine sahip oluruz. O zaman Kaf Dağından inip, hepimizin bir olduğu bir boyuta geçebiliriz. Siyasetçilerin, komşuların, eltilerin, devletlerin, etnik grupların, kardeşlerin birbirlerine öfkeyle kendi karanlığını çemkirdikleri tiyatro sahnesine uzaktan bakıp, gülümseyebiliriz. En önemlisi, sayılan sövülen her şeyden bir parça da kendimizde olduğunun bilincine ulaşırız. Sakinleşiriz. Duruluruz. Diğerini anlarız. Gölgelerin cirit attığı dumanlı başımız berraklaşır.
Daha fazla ‘‘ben’’, daha fazla ‘‘adil’’ oluruz.
Bunu yapmayı başaramadığımızda, en yüksek değerleri (!) haykıran bir saldırgana dönüşürüz. Başka değerleri savunanı aşağılayan kibirli bakışımız, saldırgan ve aşağılanmış gölgelerinden bihaber bir soytarıya döner.
Karşıya, ötekine bakmak yerine aynaya bakmak büyülü bir yöntemdir. Diğerleri sadece gözlerinde kendimizi göreceğimiz birer yansımadır…
Uzm. Psk. Nilgün Seyhun